Karadeniz’de balıkçılık ile hayatını kazanmış ve bunu devletin su ürünleri avcılığına koyduğu sınırlara karşın en ufak bir ihlal yapmaksızın gerçekleştirmiş bir neslin torunu olarak bugün Bayram nedeniyle bulunduğum Sarıyer’de Gırgır Balıkçılığı ile ilgili gelişmeleri dinleme fırsatım oldu. Sonrasında yaptığım araştırmalar ışığında, açık bir şekilde bu alanda emek veren insanlara yapılan haksızlığa karşı dilsiz olmama prensibine dayanarak bu konuyla ilgili görüşlerimi arz ediyorum.
İnsanoğlunun doğası gereği dünyada arz ve talep dengesi üzerine kurulu ekonomik bir süreç mevcuttur. Örneğin makine sektöründe imalat faaliyeti yürüten tüm üreticilere bir anda çıkarılan bir kararla üretim kapasitelerini yarıya indirilmesi emri verilse bu sektöre bağlı tüm ekonomik dengeler alt üst olur ve sonuçları toplum açısından buhranlara varacak nitelikte çalkantılara sebep olur. Son günlerde ülkemizde gırgır ağı kullanan balıkçı gemilerine yönelik olarak yaşanan sürecin önümüzdeki sezonlar açısından bu tür çalkantılara neden olacağı değerlendirmekteyim.
Öncelikle
nedenlerini ilerleyen satırlarda izah edeceğim, ismi gibi içerik olarak da
ucube olarak nitelendirilebilecek müstehcen
bir isimle yapılan Greenpeace
kampanyası ile başlayan sürecin sonucunda, 18 Haziran 2012 tarihinde Resmi
Gazetede yayınlanan tebliğ ile bu sektöre adeta darbe vurulmaktadır.
Çocukluktan
tecrübi olarak yetişen ve adeta doğanın kuralları ile kendini eğiten balıkçılık
dünyası genel olarak formal bir eğitim yapısına sahip olmaması, argümanlarını
doğru temsilciler ile düzgün bir şekilde ifade edememiş olması bu durumu daha
da kötüleştirmiş. Buna karşın
sektörün tamamen dışındaki birtakım kişiler veya kaynağı belirsiz dahili veya
harici çıkar grupları tarafından mesnetsiz, herhangi bir bilimsel araştırmaya
ve analize dayanmayan tamamen “hariçten gazel okuma” olarak
nitelendirilebilecek bir tavır içerisinde devletimizin resmi organlarını da
yanıltmaya varacak minvalde kampanyalar yürütülmektedir.
Örnek
teşkil etmesi bakımından “Balıkçılık Yol Ayrımında” baslığı ile yayınlanan
Greenpeace raporuna bir bakıldığında lüfer, palamut balıklarına yönelik boy
sınırlandırılmasına dayanak olacak herhangi bir bilimsel tespit yer
almamaktadır. Sadece hamsi balığına yönelik 2005 yılında yapılmış bir makaleye
atıf yapılarak, aynı makalede ele alınan ekolojik denge, meteorolojik etkenler
vb. unsur göz ardı edilerek, balık stok durumunun sadece ve sadece balık boyu
ile ilişkilendirildiği görülmektedir.
Lüfer,
palamut vb. balıklar üreme, gelişim ve avlanma açısından hamsi balığı ile
karşılaştırılmaması gereken, ayrı ayrı bilimsel çalışmalar yürütülerek ele
alınması gereken balık cinsleridir. Konunun teknik açıdan detaylarına inildikçe
bu kampanyalardaki yorumlar ile gerçeklerin tamamen ilgisiz olduğu ortaya
çıkmaktadır. 1989 yılında hamsi balığına yönelik yapılan avlanma boylarına
ilişkin bir değişiklik herhangi bir avlanma verisi ilişkilendirilmeden apayrı
bir cins balığa uygulanması sonuçları itibariyle çok olumsuz neticelere
sebebiyet verebilir. Bu anlayış ile denizlerimiz adeta bir deneme tahtası
uygulamasına tabi tutulmakta, böyle bir uygulama ile de avlanmaya ilişkin ideal
kriterlere ulaşılamayacağı rahatlıkla değerlendirilmektedir. Her balık cinsinin kendine ait dinamikler ile ilişki içerisinde
olduğu ortamın ekolojik birçok parametre, beslenme döngüsü içerisindeki diğer
balık cinsleri popülasyonları ile bağlantısı bilimsel olarak netleştirilmeden
keyfi bir şekilde balık boyu değerlendirilemez.
İstatiksel
literadürde nedensellik ve korelasyon gibi kavramlar yer almaktır. Bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde yürütülmekte olan
kampanyalar ile oluşturulan manipülasyonlar korelasyon ile nedensellik
arasındaki farkı bilimsel açıdan kavrayamamakla doğrudan ilişkilidir. Örnekler:
·
“Uzun bacaklı
çocuklar okumayı daha kısa sürede söküyorlar” bulgusu araştırma ile
desteklenmektedir. Nedensellik ve korelasyon arasındaki farkı bilmiyorsanız, bu
sonuçlara bakınca, çocukların bacaklarının çeke çeke uzatılmasını tavsiye
edersiniz. Verilen bilgiden çocukların bacak uzunluklarının ölçüldüğü ve buna
bağlı olarak okumayı öğrenme hızlarının karşılaştırıldığı anlaşılıyor. Peki,
çocukların yaşlarından söz ediliyor mu? Uzun bacaklı çocukların genellikle kısa
bacaklılara göre yaşça daha büyük olduklarını göz önüne alırsak buradaki
korelasyonun nedenini anlarız. Yani, uzun bacaklı çocuklar sadece uzun bacaklı
olduklarından değil, onların yaşları da büyük olduğundan okumayı daha kısa
zamanda öğreniyorlar. Böylece uzun bacaklı olmakla öğrenme hızı arasında bir
korelasyonun bulunduğunu fakat bu korelasyonun nedensellik olmadığını
anlıyoruz. (Ref: birey.com/avnia)
·
Aynı konuya
balıkçılık dünyasından örnek vermek gerekirse 1970’li yıllarda Karadeniz’den
Çanakkale boğazına kadar Uskumru balığı avlanabiliyordu ancak bu balık
muhtemelen deniz kirliliğinden ve boğazlardan geçiş yapan gemi sayısının
artışından vb. nedenlerden dolayı bu
tarihlerden sonra bu denizlere hiç girmedi. Bu durumun balık boyu ile herhangi
bir ilgisi var mı?
·
1969 yılında çok
büyük miktarda palamut balığı denizlerimizde mevcuttu, ancak 1970 yılında yok
denecek kadar azdı, balık boyunun burada etkisi nedir?
·
2001-2002
yılları geçmiş 20 yıla nazaran karşılaştırılmayacak derecede çinekop balığı
denizlerimizde mevcuttu. Bunun nedeni geçmiş 20 yıl içerisinde küçük
çinekopların tutulmamasımıydı?
·
1991,1998,2005
ve 2012 (bu sene çok bol olacağı emareleri var) yıllarına sari adeta 7 senelik
döngüler halinde aradaki yıllara nazaran ciddi oranda fazlalık gösteren palamut
balığının sırrı 38 cm kuralımı? Örneğin bol olduğu 2005 senesinden bir yıl once
2004 yılında palamutun çok az olmasının nedeni nedir?
·
1994-1999
yılları arasında denizlerimizde çok çok az lüfer balığı var ancak aynı yıllarda
lüferin ufağı olarak addedilen çinekopun bol olmasını nasıl açıklayacağız?
Verilen
bu örnekler balık stok durumunun balık boyu ile direk ilişkilendirme
yapılmasındaki çarpık mantığı ortaya koymaktadır. Ancak çok detaylı ve uzun
yıllara yayılmış bilimsel istatistiki çalışmalar yalnız balık boyuna
endekslenmeksizin ilgili her türlü parametrenin incelenmesi ile doğru sonuçlara
ulaşılır. Böylesine bilimsel ve teknik alt yapı olmaksızın, ayrıca tavsiye
edilen uygulamaların ekonomik neticelerin irdelememek konuya at gözlüğü ile
bakılıyor olduğunu göstermektedir.
Yürütülen
diğer bir yanıltmaca ise sadece Lüfer balığı ismini ele alarak, bunun bir ufak
cinsi olup olmadığı konusunda kesin net bilimsel deliller olmayan çinekop
balığına ilişkin sınırlandırmalar getirilmesidir. Konunun detaylarına vakıf olmayan sade bir vatandaşın
kandırılarak rahatlıkla alet olabileceği ince siyasi manevralar bu konunun her
detayında görülmektedir. Çinekop balığı
17-18 cm boylarında balıkçılarımız tarafından avlanmakta, 20 cm boy sınırlaması
öncesinde olan 14 cm uygulaması ile verimli bir şekilde uygulanmakta iken,
sadece Lüfer isminin zikredilerek 20 cm altında ufak lüfer tabiri ile
zihinlerde bulanıklık oluşturulmaktadır.
Denizlerimizdeki
doğal dengeyi daha net görmemizi sağlayacak başka bir örnek vermek gerekirse:
Karadeniz
sularında 2 milyon adet yunus balığı olduğu, her bir yunusun da günde ortalama
35 kg balık yediği tahmin edilmektedir. Yunus balığı Karadeniz’de hamsi
yememekte, bunun sebebi olarak da sürü halindeki hamsi topluluğuna saldıran
yunusun hamsilerden dökülen pullardan dolayı o an için kör olduğu
söylenmektedir. Bu durumda Palamut, lüfer, istavrit, tekir vb. balıkları yiyen
yunus balığı her gün ortalama 70 bin ton balık yemekte, buda yaklaşık olarak
4.5 milyon kasa balığa tekabül etmektedir (1 kasa 15 kg). Karadeniz’de faaliyet
gösteren 450 adet Gırgır Balıkçı teknesinin her gün ortalama 300 kasa/tekne
balık tuttuğu varsayılırsa ki bu varsayım abartılıdır. Bu durumda her gün
balıkçı motorları tarafından tutulan balık yunusların yediği balığın ancak % 3
nispetinde olmaktadır. Peki bu durumda stoğu azalan balıklar için Yunus
balıklarının sayısını mı azaltmak gerekmektedir?
Diğer
önemli bir husus ise Küçük Balıkçıların korunması için Büyük Balıkçıların
avcılığının sınırlandırılması gibi bir yorum yapılması. Bugün ülkemizde en
büyük balıkçı olarak ifade edilebilecek balıkçı motoru istihdam ettiği insan
sayısı ve satış miktarı olarak değerlendirildiğinde kanunlarımıza göre ancak
Küçük Ölçekli İşletme sınıfına girebilir. Bu tip işletmeler yani KOBİ’ler,
ekonominin bel kemiğini teşkil etmektedir.
Ayrıca,
Balıkçılıkta küçük büyük fark etmeksizin isçi ve işveren arasındaki hak
paylaşımı, dünya üzerindeki en adil paylaşım sistemidir. Kar varsa bundan
herkes nispeti oranında kazanır, zarar olduğu durumda ise bundan sadece işveren
kaybeder. Vahşi kapitalizm ve globalleşme ile birlikte global “corporate”
kuruluşların küçük esnafa hayat hakki tanımadığı birer birer tükendiği günümüz dünyası için örnek alınası bir
sistemdir balıkçılık dünyasının düzeni. Ezen veya ezilen bir sınıf yoktur,
riskin ortak dağılımına orantılı olarak hakkaniyet vardır. Günümüzde böylesine adil bir sisteme ancak global sermaye
örgütleri ve ilgili çıkar odakları karşı olabilir. Bu durumda GreenPeace örgütü
bu faaliyeti ile hangi odaklara hizmet etmektedir? Üç bir tarafı denizler ile
çevrili ülkemizi Yunanistan’dan balık ithali yapacak hale sokarak cari açığı
daha da içinden çıkılamaz bir hale midir amaç?
Söz
konusu kampanyalar kapsamında ülkemiz insanına her türlü iletişim, medya
kanalları üzerinden yanlış bilgiler verilmek suretiyle imza kampanyaları
düzenlenmesi ile Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığımız etki altında
bırakılmak istenmektedir.
18
Haziran 2012 Tarihli ve 28388 Sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 3/1 Numaralı Ticari Amaçlı Su Ürünleri
Avcılığını Düzenleyen Tebliğ (No: 2012/65) ile yürürlüğe giren
“Karasularımızda; gırgır ağları ile kıyıdan itibaren 24 metre derinlikten sığ
sularda avcılık yapılması yasaktır.” Maddesi ile adalar bölgesinin,
Büyükçekmece koyu ve İzmit koyunun gırgır ağları ile su ürünleri avcılığına
tamamen yasaklanması hususları detaylı olarak ilgili karasuları ve deniz dibi
zemini, avcılık lokasyonlarına nasıl bir etki oluşturacağı açısından
irdelendiğinde ekonomik anlamda ciddi olumsuzlukların oluştuğu görülmektedir.
Bu durum deniz haritası üzerinde yapılan işaretlemeler, balıkçılık yapılan
bölge yoğunlukları açısından irdelendiğinde açık bir şekilde görülmektedir.
Karadeniz
ve Marmara denizlerimizdeki gırgır ağları ile balıkçılık faaliyetleri
detaylarına inildiğinde aslında avlanma sezonları içerisinde balıkçılarımızın
tamamen göç halindeki balıkları avladığı, yumurtalama döneminin av sezonu
dışında kalması ve de sürü akışının olmadığı durumlarda balıkların dinlenme
yaptığı kayalık vb. bölgelerinde ağ yırtılmalarına neden olmasından
kaynaklanacağından avlanma yapılmadığı görülecektir. Bu durum aslında bu
bölgedeki avcılığın kendi içerisinde bir dengede olduğunu ortaya koymaktadır.
Karadeniz
ve Marmara bölgesinde gırgır ağları ile su ürünleri avcılığı yapan balıkçı
gemilerinin yıllık satış cirolarının en az %50 oranında azalacağı, özellikle
Hamsi Ağları bulunmayan balıkçı gemilerinin satış cirolarının ise en az %60
oranında azalacağı değerlendirilmektedir. Bu tip balıkçık gemilerinin doğrudan
oluşturduğu istihdam, bu gemicilerin aileleri, destek veren ilgili kişiler
(satış, nakliyat, üretim) de dahil edildiğinde bir milyonun üzerinde
vatandaşımızın bu durumdan etkileneceği değerlendirilmektedir. Bunun sonucunda
oluşacak ekonomik zararların bu kesimin sosyal dengesini de alt üst edeceği,
birçok balıkçı gemisinin faaliyetini sürdüremeyeceği çok açıktır.
Böylesine
radikal sonuçlar doğuracak bu uygulamanın bu alanda faaliyet gösteren vatandaş
kesiminin ekonomik açıdan ciddi mağduriyetlere uğramaması ve de ülkemiz balık stoklarının dengeli bir
şekilde korunması için bilimsel ve teknik açıdan detaylı bir değerlendirmeye
ivedilikle tabi tutulması gerektiği kanaatindeyim. Yayınlanan son tebliği ile
birlikte ekonomik arz yarı yarıya düşecektir. Bu durum balık fiyatlarının
ölçüsüz bir şekilde artmasına, kg başına yıllık tüketim değeri AB ülkerinden az
olan ülkemizin konumunu daha kötüleştirecektir. Balığı adeta tamamen zengin
zümrenin himayesine sokacaktır. Bu kampanyaları yürütülen insanların “rakı ve
balığım” diyerek yapmış oldukları sömürü ise Anadolu insanına karşı
duyarlılıktan amade tamamen belirli bir sınıfın çıkarlarına yönelik bir çıkış
olduğu ise dikkatlerden kaçmamaktadır.
Sonuç olarak
geçtiğimiz dönemlerde yürürlükte olan su ürünleri avcılığına ilişkin kuralların
herhangi bir bilimsel araştırmaya dayanmaksızın, ekonomik analizleri ve
oluşacak dengeye ilişkin öngörüler oluşturmadan yapılan uygulamalar sonrasında
telafisi mümkün olmayan durumlara yol açabilecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder